Toplumların büyük felaketi; depremler, savaşlar ya da krizler değildir. Toplum ahlakının sessizce derinden erozyona uğraması, göçmesidir. Ahlak bozulduğunda, ne adalet ve hakkaniyet yerinde kalır, ne vicdan ve merhamet, ne de umut ve yarın kalır.
Peki, bir toplum neden yoğun ahlak sorunu yaşar? Tek bir sözcükte saklı: ÇIKAR...
Niçin mi? Çıkar, insanın vicdan terazisine ağır bastığında, doğru ile yanlış arasındaki çizgi silinir. Düzen yok olur. Siyasetten ticarete, eğitimden medyaya, spordan sanata kadar her mecrada, "Kim haklı?" yerine "Kim güçlü?" sorusu sorulmaya başlanır. İnsanlık ucuzlar, vicdanlar ayağa düşer. Ne doğru kalır, ne yanlış… Kimin cebi doluysa, o haklı. Kimin koltuğu yüksekse, o adil. Kimin sesi gür çıkarsa, o "doğru"yu söylüyor. Rezalet böyle kendini gösterir. İşin sonunda; erdemler, değerler kabire gömülür. Vicdanı kaybeden bir toplum, mezarlıkta yürüyen bir kalabalıktan ibarettir.
Ahlak, yalnızca teoloji ya da kültürel bir mesele değildir; toplumun yaşam sigortası. O sigorta deforme olduğunda vicdanlar çalınır, fikirler çalınır, emek çalınır, gelecek çalınır. Bugün "küçük yalan" denilenler, yarın koca bir toplumu yutacak kadar büyümüş olur.
Diğer bir neden:
Rol modellerin çürümesi...
Eskiden ahlak dersi ailede başlardı. Bugün çocuk evde "daha fazla nasıl köşe döneriz?" sohbetleri ile büyürse iyi insan olmayı önemsemez. İş bitirici nasıl olunur ona bakar. Önceden çocuklar öğretmenlerini, amcasını teyzesini, komşu büyüğünü, mahallenin saygın bireylerini örnek alırdı. Şimdi ise gözler ekranlarda "ne pahasına olursa olsun" kazananlara dikilmiş durumda. Doğru-yanlış demeden nasıl kazandığına bakmadan. Bir tarafta alkışlanan figürler; diğer tarafta dürüstlükten çok kurnazlığı, emeğin değil kestirme yolların övüldüğü bir ortam...
Ve en tehlikelisi!
Ahlaksızlığın normalleşmesi.
Yanlış yapanın utanmadığı, doğru söyleyenin saf muamelesi gördüğü bir noktaya gelmesi. İşte bu, toplumsal çürümenin son evresidir. Çünkü suç, hukukla kontrol altında tutulur. Ancak suç asıl utanma duygusu ile frenlenir. Utanma insandan soyutlanınca, artık her şey mubah görülür.
Bile bile yalan alkışlanır, hırsızı omuzlarda taşır, üçkağıtçıyı "zeki adam" diye örnek gösterirseniz sonra da çıkıp "Bu ahval niye böyle oldu?" diye sormak anlamsız boş lakırdı olur. Çünkü; yanlışa "yanlış" demek yerine "bana dokunmasın" denirse, çocuklara helal lokma yerine kurnazlık miras bırakılınca ahlaksızlığa göz yumup sonra gece yatarken dua eden çelişkili bir nesil ortaya çıkar.
Ahlak kaybedildiğinde, kanun kitapları kalınlaşsa da suç artar. Polis, jandarma sayısı çoğalsa da adalet kaybolur. Eğitim kurumları ve sayıları yükselse de bilgi, erdem üretmez. Çünkü; ahlak yasalardan önce vicdanda başlar.
Sonuçta: Ahlak, hiçbir zaman bir lüks değil, bir zorunluluktur. Ekmek kadar, su kadar temel ihtiyaç. Eğer bir topluluk; erdemler, değerler terazisini yeniden inşa edemezse en parlak toplumlar içten çürümüş tükenmiş boş bir gövde ve kabuktan ibaret olur.
Ahlak bataklığa, mezara gömüldüğünde, elini uzatacak insanlık da o gün ölmüş olur. Öyleyse biz meselenin neresinde duruyoruz ???