Sakin sakin oturmuş, televizyona bakıyorum. Karşısında sinirlenmenin cihazı bozduğunu söylüyor uzmanlar. Bozulma karşılıklı oluyor aslında. Ben, açmadan öylece siyah ekrana bakıyorum. Bozulur diye değil, içinde izlenmeye değer bir şey kalmadığı için. Bunu kaldırıp yerine bir akvaryum mu koysak?..
Gazete almayı bırakalı çok oldu. Aslında ihtiyaç oluyor bazen, yerlere sermek için filan. Ama yere serince de iri yazılar ve birtakım âdemler gözüme alıyor, canım sıkılıyor. Üzerlerinde sadece gazete adı olsa da başka hiçbir yazı ve fotoğraf olmasa ben büfeci Asım abiye her gün bi tane ondan, bi tane öbüründen ayırttırırım. (Farklı yayınları takip etmek ufkunuzu açar.) Eski günleri canlandırmış gibi oluruz böylece.
Bazı arkadaşlarım birtakım videolar, yazılar bulup gönderiyor. Açıp bakmak gelmiyor içimden. Bir distopyanın içinde debelenirken hiçbir yeni bilginin beni hayrete düşüremeyeceğini biliyorum çünkü.
Dağ köylerinden bir adam, şehre indiği bir gün soba diye bir şeyin varlığını öğrenmiş. Bir tane alıp evine götürmüş, odanın ortasına öylece boş koyup bir iki dakika beklemiş. "Bak hele, sıcaklık nasıl da fark etti!" demiş.
Yazılar yazıyorum, köylünün boş sobası kadar etkili. Sözcüklere kırk takla attırıyorum, cümleyi nasıl kursam ki hem söylemiş gibi olsam hem de söylememiş gibi. Oysa futboldan, burçlardan, modadan söz edenlerin cümleleri çok açık.
Halit Ziya, otosansürün can kaygısıyla vardığı boyutu anlatırken şöyle diyordu: "Kalemin ucuna geldikçe bir böcek gibi ezilmesi gereken kelimelerin sayısı o kadar artmıştı ki bunlarla küçük bir sözlük oluşturabilirdiniz."
Sözü edilen dönem 120 yıl kadar geride kaldı. Ve o günlerden bugünlere küçük sözlüklerin yeni sürümleri kaldı.