Trabzon’da yağmur bir başka yağar. İnsan bazen durup bakar denize, “Biz ne ara bu kadar koşturur olduk?” diye sorar kendine. Eğitim meselesi de biraz böyle… Koşturuyoruz ama nereye, kim için, ne pahasına?
Biz bu şehirde büyürken sokakta öğrendik çoğu şeyi. Düşmeyi, kalkmayı, paylaşmayı… Büyüklerin “Uşağum” diye seslenişinde bile bir sahiplenme vardı. Eğitim dediğin de tam olarak buydu aslında: sahip çıkmak.
Şimdi bakıyorum; çocuklar sınıftan çıkıyor, bir başka kursa koşuyor. Sırtında çanta, gözünde yorgunluk. Daha oyun çağında hayatın yükünü taşıyorlar. Oysa Karadeniz insanı bilir; yük ağırsa paylaşılır. Çocuğun yükü de tek başına taşıyacağı bir yük değildir.
Eskiden öğretmen vardı; sözüne güvenilir, arkasında durulurdu. Bugün öğretmen anlatıyor, çocuk dinliyor mu belli değil. Çünkü mesele sadece anlatmak değil, anlatabildiğin kadar anlaşılmak. Eğitim kalbe dokunmadıkça, deftere yazılanlar bir süre sonra silinip gidiyor.
Trabzon’un sokaklarında büyüyen çocuk, doğayı tanır. Yağmurdan kaçmayı, rüzgârla yürümeyi öğrenir. Ama biz çocukları dört duvar arasına sıkıştırdık. Susturduk, sıraya dizdik, “böyle yapacaksın” dedik. Sonra da “neden konuşamıyor?” diye şaşırdık.
Her çocuk aynı değildir. Biri horon oynar, biri kalem tutar, biri top peşinde koşar. Ama biz hepsinden aynı şeyi bekliyoruz. Karadeniz’de bir söz vardır: “Her dal aynı meyveyi vermez.” Eğitim bunu kabul etmediği sürece adil olmaz.
Anne babalara da bir çift laf borç bilirim. Evladımızı başkalarının çocuklarıyla kıyaslamayı bırakalım. Bizim çocuğumuzun yolu başka olabilir. Önemli olan o yolda yalnız kalmaması. Çocuk, en çok sessiz kaldığında yardım ister.
Eğitim dediğin diploma meselesi değildir. Eğitim, bir çocuğun gözünün içine bakıp “korkma” diyebilmektir. Bu şehirde yağmur çok yağar ama çocuklar üşümesin diye omuz vermeyi de iyi biliriz.