Biz bu ülkede çocukları akıllı doğar diye överiz ama okula adım attığı anda o aklı usul
usul budamaya başlarız. Daha ilk yıllarda “sus”, “otur”, “defterini aç” diye diye çocuğun
merakını hizaya sokarız. Yanlış yapınca kaş çatılır, soru sorunca saatlere bakılır. Sonra
yıllar geçer, büyür o çocuk… Ve biz bu kez hayretle sorarız:
“Niye kendine güvenmiyor bu genç?”
Karadeniz’de insan dalgadan korkmaz.
Dalgayla büyür.
Ama korku sonradan öğretilir. Okulda, sıraların arasında, yüksek sesle konuşmanın ayıp
sayıldığı yerde.
Bizde eğitim çoğu zaman sessizlikle ölçülür.
Sınıf ne kadar suskunsa, ders o kadar “iyi” sanılır.
Çocuk düşünüyorsa bile içinde düşünür. Çünkü dışarı taşırsa “dersi bozmuştur”.
Yurt dışına bakıyorsun…
Sınıflar kalabalık, sesli, hatta biraz da dağınık.
Ama o sesin içinde fikir var.
Çocuk konuşuyor, itiraz ediyor, yanlış söylüyor.
Öğretmen kızmıyor; dinliyor.
Bizde öğretmen anlatan kişidir.
Orada yol gösteren.
Bizde doğru cevap kıymetlidir.
Orada doğru düşünce yolu.
Karadeniz insanı bilir;
Denizde düz su olmaz.
Ama biz çocukları dümdüz yetiştirmeye çalışırız.
Sivri taraflarını keser, birbirine benzetiriz.
Sonra da “niye fark yaratmıyorlar” diye yakınırız.
Bir de yabancı dil meselesi var ki…
Yıllarca okutulur, kitaplar dolusu kelime ezberlenir.
Ama konuşmaya gelince ses kısılır.
Çünkü yanlış söylemek ayıp, gülünç, hata.
Oysa dışarıda çocuk daha baştan bilir:
Dil, cesaret işidir.
Hata yapmadan öğrenilmez.
Kırılmadan ilerlenmez.
Biz çocukları sınava hazırlarız.
Onlar hayata.
Biz not sorarız.
Onlar ne hissettiğini.
Biz “kaç net yaptın?” deriz.
Onlar “ne öğrendin?” diye sorar.
Ve sonra aynı çocuk…
Aynı kan, aynı zeka, aynı yürek…
Bir sistemin içinde suskun,
Diğerinde özgüvenli oluyor.
Trabzon’da derler ki:
“Denizi tanımayan kaptan çoktur.”
Belki de kaptanlık taslayan biziz.
Çocuğu dinlemeden yön vermeye çalışan biz.
Belki artık biraz durup şunu sormak lazım:
Biz çocukları mı yetiştiriyoruz,
Yoksa kendi korkularımızı mı?
Çünkü Karadeniz insanı bilir;
Dalgayı susturamazsın.
Ama yönünü öğretebilirsin.