Sınıfın kapısını açtığımızda dikkat edilen şey tahtada yazılan değil aksine o sıralardaki doluluktur. Öğretmen derste sesini en arka sıradakilere kadar duyurmaya çabalarken öğrenci ise anlatılanı da anlayabilmek için hocası kadar çaba göstermektedir. Sınıftaki öğrenci sayısı arttıkça derste anlatılan şeylerdeki verimle genellikle ters bir orantı oluşur. Söz konusu ters oran sonucu akıllara dersin içeriğinden çok zamanın nasıl su gibi aktığını getirmektedir.
Genelde 40 dakika olan derslerde zamanın herkese eşit olarak dağıtıldığı düşüncesi, pratiğe döküldüğü esnada genellikle karşılık bulmaz. Sınıftaki öğrenci sayısı arttıkça, doğal olarak sorular bir o kadar çoğalırken, bazı konulardaki tekrarlama isteği de artmaktadır. Oluşan tabloda sürenin sabit olarak kalması, her öğrenciye düşen payın doğal olarak git gide azalması anlamına gelmektedir. Oysa eğitimin temelinde, süre bakımından bir bölüşümden ziyade, insani '+' bir değeri katmanın da meselesidir.
Belki de yalnızca ders sürelerini ele almak yerine, onları sınıfın belli başlı durumuyla birlikte düşünmek gerekir. Öğrenci sayısıyla orantılı bir zaman anlayışı, ne öğretmeni aceleci bir konu anlatımı zorunluluğuna sürükler ne de öğrenciyi bir an önce yetiştirebilme kaygısına.. Asıl olan dakikaları kısaltmak ya da uzatmak değil aksine öğrenmenin hakkını verecek bir sistemi inşa edebilmektir.