Dedelerimizin, ağzı dualı vaizlerin ve kimi önemli kimselerin, gözleriyle görmüşçesine anlattığı ibretlik öykülere Sadi, Attar, Mevlana gibi eski zaman ediplerinin kitaplarında rastlıyoruz. Bunlarda hep aynı konular benzer iletilerle aktarılır. “Bir zalim hükümdar, adaletiyle ünlü Nuşirevan, Horasan Valisi, bir vezir, bir garip derviş…” diye başlar, uzun yollara ateş böceği nispetinde ışık tutarlar.
“Halka zulmeden bir vali, keyfî kararlar veriyordu ki bunların arasında ölüm cezaları da vardı. Yargıçlardan biri irtikâp ile meşhurdu, önüne gelen kararı kitabına uydurup imzalıyordu. Bir gün bir adamın kendisinden habersiz idam edildiğini görünce suçunu sordu. ‘Ben böyle edepsizlik görmedim!’ diye açıkladı vali. ‘Düşümde bir odaya girdim, bu herif beni gördü de ayağa kalkmadı…’ Vay babam, diye düşündü yargıç. Ben bu adamın gündüzünü zar zor idare edebilirken gecesini nasıl idare edeyim?..”
Bu tür öykücüklerden hep birileri ders alsın umulur. Ama o dersleri alan bir fâniye rastlamak bugüne dek mümkün olmamıştır.
Nizamülmülk, ünlü kitabında anlatır: Yusuf Peygamber dünyadan göçünce onu Yakup ve İbrahim’in türbesine koymak istediler. Cebrail gelip “Olmaz!” dedi. “Babasının, atasının yanında onun yeri yoktur. İdare ettiği devletin hesabını kıyamette vermesi lazımdır.” Peygamberin durumu böyleyse başkalarının ahvalini düşünmek bile güçtür.
Hükümdarlardan biri ağır işitiyordu, diye anlatılır Siyasetname’de. Adamları kendisine “doğru” bilgi vermiyorlardı. O vakit hükümdar bir çare düşündü, zulme uğrayanlar kırmızı elbise giysinler ki kulaklarımın duyamadığını gözlerimle göreyim, dedi.
Buyruk halka iletildikten sonra -hatırımda kalmıştır ki- koca bir ülke boydan boya kırmızıya boyanmıştır…