Denir ki iki günahkâr -Harut ile Marut- kıyamete dek bir kuyuda baş aşağı asılmak suretiyle cezalandırıldı. Yusuf, kervan yolu üzerindeki bir kuyuya atıldı. Kâfirler Salur Kazan'ı bir kuyuya atıp üzerini değirmen taşıyla kapadılar... Eski zamanlarda kuyu, bir ceza mekânıdır aynı zamanda.
Oysa serin suları içilsin diye kazıldı başlangıçta. Kuyu başlarında sohbetler edildi önceleri. Zamanla dilekler tutuldu, antlar içildi, tövbeler edildi, kuyulardan haberler soruldu. Sırlarını kuyulara söyledi insanlar. İlahi aşkın sırrını içinde tutamayan Ali, onu çölde boş bir kuyuya fısıldadı. Midas'ın eşek kulaklı olduğu -berberin sırrıydı- yeryüzüne bir kuyudan yankılanıp yayıldı. Kuyunun başka bir dünyaya geçişin kapısı olduğunu düşünenler de oldu.
Kuyu üzerine türlü söylenceler, masallar, özlü sözler üretildi zamanla. Yanlış kişilerin ipiyle kuyuya inenler oldu. Birilerinin kuyusunu kazanlar gördük. İğne ile kuyu kazmak zorunda kalanlar da oldu. Sonra kuyulara taş atan milyonlarca deli türedi. Biz -az buçuk akıllılar- atılanı çıkaralım dedikçe taş yağmuruna tutulduk.
Yüksek bedelle ihale alıp çay kenarına kuyu kazanlar türedi. Kimi kuyuların dipsiz olduğu da söylendi ki bu, bence çok makul. "Hazine" denen bir kuyu var, örneğin. Sen içine ne denli çok para atarsan at, eğilip baktığında hiçbir şey göremiyorsun. Oradan öylece uçup gidiyor. Kuyularda cinler de yaşarmış, belki onunla da ilgilidir.
Nasrettin, henüz hocamız olma çağında değilken bir gün köyünden kasabaya indiğinde bir minare görmüş.
"Vay babam, şu insanların işine bak! Kuyuyu ters çevirip ne yapmışlar..." diye hayrete düşmüş.
Sonra o ters çevrilmiş kuyuyu çalanlar, kılıfını da hazırlamışlar ki biz artık öyle şeyleri kanıksadık.
Şimdiki zamanlarda Hoca’mıza biraz benzer ama çok da benzemez insanlar türedi. Bir gün bir kuyuya gökyüzünden ay düşse kovasını salıp, ayı sudan çekip çıkaracağına inandığımız insanlar…