Bir köye gittim, her yere uzak bir köy. Mevcudu 90 haneymiş bir zamanlar, şimdi on iki. Eskiyen insanları teker teker göçüp gitmiş köyün, tenha sokaklarında gariplik, hüzün. Yapayalnız kalan evleri de çürüyüp göçmüş birer birer... Biliriz ki evler, insanlar, ağaçlar, çiçekler, otlar çürüyüp durur kalubeladan beri.
"Her şey çürüyor canım kardeşim bu dünyada / Hatıralar bile" diyor Bedri Rahmi.
Ama çürümeyen nesneler de var: Elmas, pırlanta, altın çürümüyor. İnsanın elmas, pırlanta, altın olanı da çürümüyor.
Lahana birkaç günde çürüyor. Armut, ıspanak, hıyar üç beş günde çürüyor. İnsanın lahanası, armudu, ıspanağı, hıyarı da tez zamanda çürüyor.
Vicdanların çürüyüp kokuşmaya başladığını gördük. Sokağa çıkınca gördük. Gasteye göz atınca gördük. Televizyona bakarken gördük. Ki çürüyen vicdanların kokuları doldu evlerimize. Çürümüş cesetten beter bir koku. Kötülüklere duyarsız kalan, türlü bahaneler üreten vicdanların kokusudur bu; ben hemen alırım. Sorarım çevremdekilere. "Evet, bu o..." der arkadaşlarım. Ama işte hiç almayanlar da var bu kokuyu. Ben tarif ederim onlara, yok! Tarifle olacak şey değil, -varsa- kalbiyle duyar insan böylesini.
Kötümser kimselerden uzak durmak iyidir, ben kötümserim. Düzelmesi olanaksız derim, düzelir diye diretenler olur. "Umutsuz olmak bize yakışmaz, hocam!" derler. Ama bozuk değil ki onarasın! Basbayağı çürümüş bu; çürüyen nesne eski hâline nasıl dönsün?..
Yine de Zülfü Usta'nın şarkısını mırıldanır dururuz ara ara:
"Şah damarı vurulsa da
Dört bir yandan sarılsa da
Işık yener karanlığı
Bak çocukların gözlerine
Umudu kesme yurdundan..."