Mehmet Şal
İnsan Kalitesinde Çöküş
Tarih bize çoğu kez saklı bir gerçeği hatırlatır:Bir milletin çöküşü duvarlardan, kalelerden ya da ordulardan yani coğrafyayı çevreleyen unsurlardan başlamaz.Çöküş insanın kendi içinden başlar.Değerlerin ezosyona uğraması ve yok sayılması yani insan kalitesinin azalması, kaliteli insan sayısının düşüşü ile başlar.
Toplumda insan kalitesi azaldığında devletin de toplumun da kaderi, yazgısı yavaş yavaş çözülür.Tarihimizde insan kalitesinin düştüğüne dair en çarpıcı ve sarsıcı örneklerden biri, 18. yüzyılın ilk yarısında yaşanan(1718-1739) Lale Devri’ndeki toplumsal büyük dejenerasyon sonucu insan kalitesinin çöküşüdür.
Bu döneme dışarıdan bakıldığında renkli, parlak, ihtişamlı, şatafatlı bir dönem olarak görünür.Ancak o parlaklığın, ışıltının arkasında derin bir gölge saklıdır. Gerçeklikten uzaklaşan yöneticiler: zevk, lüks, israfa saplanırken halkın gerçek sorunlarından uzaklaşmıştı.Üretkenlikten uzaklaşan halk ve liyakatin ötelendiği daha çok yakın ilişkleri merkeze alan bir düzen hasıl olmuştu.Köşklerde, salonlarda çeşitli renk lalelerin güzelliği konuşulur, müzik eğlence içinde kasideler, gazeller okunurken; sokaktaki vatandaşın ekmek derdi büyüyordu.Makam sahiplerinin zevk, lüks, gösteriş ve eğlenceye yönelmesi, bunu izleyen toplumun moral dokusunu içeriden kemiren kıvılcım olmuştu.
Sonra giderek acı, sızı büyüdü.Ehliyet, liyakat, sadakat zayıfladı.Bu yönetim reflekslerinde düşüşe yol açtı.
Sanatkârın ince işçiliği, gayreti kaybolmaya başladı; esnafına duyduğu saygı azaldı. Devlet kapısına akıl ve ehliyet yerini rüşvet, iltimas ve kayırmanın gölgesi düştü. Siyasetten eğitime her alanda güven bunalımı baş gösterdi.İnsan kalitesinin düştüğü bir yerde değerler de soluk alamaz. Nefessiz kalır.Çünkü üretmeyen, öğrenmeyen, araştırmayan, meraklı olmayan, kendini geliştirmeyen bir topluluk, sadece günü geçirir; hülyası ve hedefi olamaz, yarınları kuramaz.Üretkenlik, eğitim, bilim ikinci plana itilir.
Dikkate alınmayan, kendi kaderine terk edilen, ötelenen sefalet çukuruna battıkça batan teba; ayakta kalmak için fırsat kollayan, çıkarcı, değerleri yok sayan, biz yerine ben diyen, mutfağını doldurmak için her yolu mubah gören, yalan dolan hırsızlık rüşvet iltimas yolsuzluk normalleşir; mevki makam güç akçe için yasal olmayan ve bunu da hiç önemsemeyen yüzsüz bir topluluk ortaya çıkar. Dürüstlük, vatanseverlik, hak kukuktan yana olan, önce millet ve devlet diyenleri ötekileştiren, değersizleştiren, itibarsızlaştıran, insan yerine koymayan, kendi köşesine çekilmesine zorlayan karakter yoksunu ve kalitesiz insanlar ön plana çıkar.Herkes durumdan şikayetçi olur ancak kalitesizlikten de geri durmazlar.
İşte(1730)Patrona Halil İsyanı bu çürümüşlük ve çöküşün ifşa olmasıydı.Bu bir sosyal öfke değildi sadece; derin bir insan nitelik kaybının dışa vurumu, patlamasıydı.
Yönetenler, makamlar ile teba arasındaki uçurum büyüdükçe, niteliksiz kalabalıklar artmış ve manipüle edilmeye daha yatkın hale geldi.Liyakatsız, vasıfsız kalitesiz insanların siyasi, ekonomik, makamsal güç kazanması; düzeni-sistemi ayakta tutan son köşe taşlarını da yerinden oynattı.Bir tarafta lüks, şatafat, keyiş içinde olan küçük vasıfsız sadece kendini düşünen mutlu azınlık elitler diğer yanda sefalet içinde yaşayan, günden güne eriyen, içten içe tepkisi artan bir teba.Dipten gelen sefalet dalgası...Ve bir sabah, ihtişamlı köşklerin süslü duvarlarına çarpan çıplak ayak sesleri.Aslında bu, çok daha önce kopmuş bir fırtınanın gecikmiş yankısıydı.
Mazimiz bize güçlü bir ders verir:
Bir toplum, insan kalitesini kaybettiği an kendi geleceğini de kaybeder.
Etik çöküş, ahlaki dağılma, bencilliğin acımasızlaşması, bilgi deryasında cehaletin sıradanlaşması, liyakatin dibe vurması, yağcılığın normalleşmesi, maskelenen kişilikler, kişilerin sahtekarlaşmasındaki büyük artışlar, toplumsal nitelikler yerine niceliklerin artması… Bunlar ve türevleri bir toplumsal kriz sarmalından çok daha fazlasıdır.Bunlar, bir toplumun sessiz, içeriden çöküşünün işaretleridir.
Bugün geriye dönüp baktığımızda şunu görürüz:Lale Devri’nin çöküşü bir devrin bitişi değil, insan niteliği zayıfladığında toplumun ne kadar hızlı savrulabileceğinin çarpıcı bir hatırlatmasıdır.Toplumda nitelikli insan birikiminin zayıflamasının hem devleti hem toplumsal düzeni nasıl sarstığını gösteren en çarpıcı tarihi vakalardan biridir.
Ve belki de en önemli soru şu:Biz bugün insan kalitesini korumak hatta artırmak için ne yapıyoruz?Toplumun geleceği bu soruya verilen samimi cevaplarda saklıdır.