Kentlerde son dönemlerde yaşanan hızlı dönüşümler, sadece binaların görünüşünü değil, binada yaşayan bireylerden oluşan toplumların da yaşamlarına dokunur oldu. Geçmişte sokaklarda selamlaşmadan geçen kişilerin sayısı olmazken, bugün aynı sokaklarda hızlı ve koşar adımlarla ilerleyen insanlar, başını kaldırıp bakmaya bile fırsat bulamaz veya bakmamazlıktan gelir oldu. Modern hayatın koşuşturmacalı hali, birçok değeri de gölgede bırakıyor. Oysa ki şehirler sadece beton, asfalt, projeler ve yapıtların tümü değil aksine bir bölge sınırları içerisinde yaşayan toplulukların hafızalarını, ortak duygularıyla birlikte harmanlamasıdır.
Bir o kadar hızlı ve bir o kadar da ani olan bu dönüşüm özellikle kent merkezine yakın olan noktalarda fazlasıyla görünür hale geldi. Bir yanda yeni yapılar, dev projeler, şaşalı alışveriş merkezleri ve metrelerce yükseklikteki yapılar.. Diğer bir tarafta ise yavaş yavaş kaybeden eski alışkanlıklar, gelenekler ve yakınlık… İnsan bazı şeyleri düşünmeden kendisini alamıyor. Kentler hızla yenilirken toplumlar ise kendilerini yenileyebiliyor mu, yoksa bir her geçen gün bazı duygular eksiliyor mu? Modernleşmek elbette yanlış bir eylem değil fakat bu değişimde bizlerin (yani toplumların) bu süreçte yaptığı hatalar da bir uçuruma doğru gittiğimizin işareti oluyor.
Bu değişim sürecinde pozitif durum ise bazılarımız hâlâ bu değişimi tartışıyor, sorguluyor olması. Çünkü bir şehir ancak vatandaşların sesiyle, değerlerini koruyup gelecek nesillerine yön verdiğinde gerçek kimliğini koruyabilir. Belki de bugün ihtiyaç duyduğumuz şey dev projelerden önce, şehirle yeniden bağ kurmak; sahildeki bir taşın, dere kenarındaki bir melodinin, mahalledeki bir selamın bile kültürel bir değer olduğunu hatırlamak. Değişim kaçınılmaz ama yönünü belirlemek hâlâ bizim elimizde.