Çözüm millete emanet!

 Bu yasa ile birlikte artık çözüm süreci hukuki teminata kavuşuyor. Çatışmanın doğurduğu siyasal atmosferi “kazançlı bir yatırım” gibi görenlerin kendileri için öldürücü olacak çözümü sabote etmek amacıyla mevcut yasal çerçeveye sırtlarını yaslayarak höyk

Çözüm millete emanet!

 Bu yasa ile birlikte artık çözüm süreci hukuki teminata kavuşuyor. Çatışmanın doğurduğu siyasal atmosferi “kazançlı bir yatırım” gibi görenlerin kendileri için öldürücü olacak çözümü sabote etmek amacıyla mevcut yasal çerçeveye sırtlarını yaslayarak höykürmeleri önlenecek. Süreç, bütünüyle şeffaf bir şekilde yürüyecek, her bir aşaması milletin görüş ve denetimine, hesap verilebilirliğe açık olacak.

 Çözüm sürecinde yeni bir aşamaya geldik. Artık süreç, yasalarla tayin edilmiş bir çerçevede yürüyecek Meclisten geçen kanun ile Bakanlar kurulu doğrudan süreç konusunda kararlar alacak, gerekli düzenlemeleri yapacak. Kamu düzeni ve güvenliği müsteşarlığı ise koordanisyon ve sekretarya hizmetlerini yerine getirecek.

Bugüne kadar kamuoyuna yapılan açıklamalarda görüşmelerin devlet bürokrasisi ile yürütüldüğü belirtiliyordu. Görevi bu tür ilişkileri kurmak olan yetkililer, tabir caizse mahrem alanda kalarak görüşmelere bir biçim vermeye çalıştılar. Üzerine hayli tartışmalar yapılan Oslo görüşmeleri de muhakkak zincirin bir parçasıydı. Ancak oradaki görüşmelerin dili ve anlamının “kamuoyunda yanlış algı oluşturmak isteyenlerin servis ettiği tapeler”den daha farklı olduğunu kavramak için müneccim olmaya gerek yok. Her zaman bir metni farklı okumalar ve kasıtlar için kırpabilir, kullanışlı ifadeler üretebilirsiniz. Ayrıca Oslo görüşmelerinin de yegane temas olduğu söylenemez. Konuyla daha yakından ilgili olanlar görüşmelerin “her zaman” yapıldığını çeşitli kerreler beyan ettiler. Doğru olanı da bu. Ortada derin bir toplumsal ve politik problem varsa, kan akıyorsa, bunu bir yandan güvenlik önlemleriyle çözmeye çalışırken diğer yandan başka tür ihtimalleri araştırmak, çözüm yolu bulmak için temas kurmak aklın gereği. Bunu yapmamak suç ve sorumsuzluk.

Yasaya niçin ihtiyaç var?

Bu tür temasların niçin gizli saklı yürütüldüğünü sorgulamaya kalkanlar oldu. Bunu “milletten gizli saklı iş çevriliyor” demeye getirenler oldu. Bu tür akıl yürütmeleri masum görmek, gerçekten bir kaygı ile böyle düşünüldüğünü belirtmek mümkün değil. Az çok benzeri toplumsal-politik sorunların başka ülkelerde nasıl çözüldüğünü araştıran, özet düzeyinde de olsa bilgisi bulunanlar her çözüm sürecinin önce mahrem görüşmelerle şekillendiğini bilir. Bu milletten bilgi kaçırmak değildir. Zaten toplumsal sonuçları olacak işler konusunda milletten gizli saklı iş çevrilmesi mümkün değildir. Kararlar şekillendiğinde iradesine başvurulacak olan yine millettir.

Bu yasal çerçeveye niçin ihtiyaç duyuldu? Bunu anlamak için önce problemin mahiyetine bakalım. Türkiye uzun yıllardan bu yana Kürt meselesi etrafında derin bir toplumsal ve politik kriz ile karşı karşıya. Sadece son otuz yılda yaşanan şiddet değil, öncesi de var. Geçmişe doğru gidildiğinde çeşitli isyanlarla karşılaşıyoruz. Bunların hepsi elbette “Kürtlük” esaslı isyanlar değil, ama önemli renklerinden birisi bu. Bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kimlik, siyaset ve toplumsal birlik meselesi olarak “Kürtler”in nasıl ele alınması lazım geldiğine dair birçok yayınlanmış raporlar var. Vesayetçi yapı dolayısıyla sınrılı siyasal müzakere alanında meramını anlatmak ve siyasal dinamiklerin nesnelleştirici ikliminde konuşmak isteyenlerin nasıl mayınlı arazilerde dolaştığına dair sayısız örnek var. Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinde kendini “öteki” konumuna itilmiş hissederek mukabil bir okuma ile Kürt ulusallığını inşa etmek isteyenler var. Nihayet 12 Eylül 1980 ihtilalinin ardından yükselen şiddet ile bu toplumsal politik krizin daha da derinleştiği, paralelinde Kürt ulusallığının yaygınlaştığı otuz yıllık kanlı bir dönemin yaşanmışlığı mevcut.

Devletin bu gelişmelere karşı tedbiri, yerleşik, bildik usüller ve meri hukuk esasında davranmak şeklinde oldu. Eline silahı alarak dağa çıkanı etkisiz hale getirmek, güvenlik esaslı bir yaklaşımla asayişi temin etmek temel amaç olarak ortaya konuldu. Bunun ötesinde sorunun derin ve sürekli kendini yeniden üretici coğrafyasına girilmedi. Neticede “terörle mücadelede” çok başarılı olundu, silahlı girişimler belli bir çizgide tutuldu, ancak sorun kanlı bir şekilde toplumun derinliklerine daha fazla sızdı ve ülkenin geleceğini çürütecek boyutlara ulaştı. O dönemde doğrudan güvenlik esaslı politikaları yürüten askerlerin, bürokratların, “bu yöntemle netice alınamayacağına, başka tür tedbirlerin gerektiğine” dair beyanları hatırlanmalıdır. Buradaki kritik ifade “başka tür tedbirler”dir. Başka tür, ama neler?

Çatışmanın diyalektiği

Bir ülkede olağan yollarla asayişe ilişkin sorunları çözemediğinizde, olağanüstü hal ile çözmeye çalışırsınız. Mantık şudur: olağan sorunlar normal, olmayanlar ise olağanüstü tedbirlerle çözülür. Bu iki düzlemin hukuku, yönetimi, siyaseti, halkla ilişkileri birbirinden farklıdır. Kürt meselesi de herkes ittifak eder ki derin bir problem. Olağan, mevcut hukuki yapı ve anlayış ile yaklaşımlar bu sorunu çözmüyor. Türkiye “mevcut mücadele setiyle” bunları denedi. Olmadı. Çözüm süreci ilerletilirken, kimileri hala hamasi nutuklarla aynı yöntemlerde ısrar edilmesini talep ediyor. O zaman bu problemi çözmek için önünüzde iki yol olur: Birincisi “bildik usüllerle” yola devam. Sorunu bir güvenlik, asayiş konusu olarak görürsünüz, devletin gücünü kullanarak engellersiniz. Şiddet yükseldikçe devletin mukabil tedbirleri de kaçınılmaz olarak dramı derinleştirir. Kan denizi büyür, bunun seferber ettiği öfke, nefret sarmalı insanları birbirinden ayırır. Zaten siyasi sınırlar cetvelle çizilmez, toplumsal ilişkilerin nesebi gayrı sahih evladı olarak doğar. Böylesi iç sorunlarda dökülen her damla kanla gerçekte o sınırların çizilmekte olduğunu görmek gerekir. Siz hamasi konuşmalar yaparsınız, ama unutmayın, başka mekanlarda da başkaları o hamasi konuşmaların mukabilini yaparlar. İnsanı derinden kavrayan kimlik, inanç gibi konulardaki çatışma her zaman “iki çılgın taraf” üzerinden yükselir. Çatışmanın “diyalektiği” bunu gerektirir. İkincisi ise, bu derin sorunu, onun hakettiği yeni bir yaklaşım, toplumsal birliği sağlayacak yeni usüller çerçevesinde konuşarak çözmektir. Krizin doğurduğu politik ve hukuki “arazlar”ı ancak “çözüm hedefli” yeni yasal çerçeve ile halledebilirsiniz. Sorunun her bir aktörü, her bir unsuru hakkında perspektifinizde bir yer ve karşılık olmalıdır. Ancak hepsine ilişkin tutarlı bir yaklaşımla davranıldığında çözüm sağlanabilir. Şu konuları halledebiliriz ama bunlar konusunda çözüm planımızda herhangi bir düzenleme yok, derseniz, olmaz.

Bu yasa ile birlikte artık çözüm süreci hukuki teminata kavuşuyor. Çatışmanın doğurduğu siyasal atmosferi “kazançlı bir yatırım” gibi görenlerin kendileri için öldürücü olacak çözümü sabote etmek amacıyla mevcut yasal çerçeveye sırtlarını yaslayarak höykürmeleri önlenecek. Süreç, bütünüyle şeffaf bir şekilde yürüyecek, her bir aşaması milletin görüş ve denetimine, hesap verilebilirliğe açık olacak.

Kürt  meselesini, çözüm sürecini reflekse dayalı güdüleri harekete geçirmek amacıyla tek cümlelik saldırgan ifadelerle bloke etmek isteyenler, bugüne kadar milletten destek görmediler. Seslenmeleri milletten karşılık almadı. Yürüttükleri strateji siyasal sonuçlar sağlamadı. Ama onlar “çözüm iradesinin egemen faili” çok güçlü olduğu için başka türlü yapamıyorlar. Bildik iktidar muhalefet karşıtlığı esasında “çaresiz bir strateji olarak” hamasete devam ediyorlar. Eğer bu tür yöntemler başarılı olsaydı, hiçbir ülkenin böylesi problemleri çözkmeye takatının bulunmaması gerekirdi. Aksine, halk aklı selim sahibidir, her zaman müzakereyi, siyasetin imkanlarını çatışmaya ve şiddete tercih eder. Barış içinde birlik damarını güçlendirmek gerekirken, gerçekten de ülkenin bölünmesiyle sonuçlanacak çatışmaya prim vermek hiçbir şekilde kabul edilemez.

En önemlisi halk desteği

Bazı siyasilerin çözüme ilişkin çerçeve yasayla ilgili “zamanlamaya” dikkat çekerek “cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi siyasal istismar” değerlendirmelerinde bulunmaları bahtsızlıktır. Demokrasilerde “siyasal istismar” lafı asıl istismarın kendisidir. Siyasi aktörün motivasyon kaynağı elbette halkın iradesine, beklentisine talip olmaktır. Demokratik teorinin esası halkla siyaset kurumu arasındaki bağın böyle bir bağ olduğuna işaret eder.  Ancak otoriter, totaliter yönetimler “halkın iradesine” atıf yapma gereğini demokrasiler kadar duymazlar ve kimi kararlarını “kerameti kendilerinden menkul” şekilde alırlar. Kaldı ki çözüm süreci dün başlamış bir süreç değildir. 2009’da Habur’da çözüm için çaba gösterilirken ortada cumhurbaşkanlığı seçimleri mi vardı? Her türlü mühim siyasi karar için “seçimler ve istismar” lafını yanyana getirmek mümkün olur, çünkü demokrasilerde seçimler eksik olmaz. Bu yasa şimdi çıkarılmasa cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasına bırakılsa, aynı kafa bu defa “milletin tepkisinden korktular adım atamıyorlar” diyebilir. Ya da daha sonra 2015 seçimlerine yatırım yapıyorlar, diyebilir. Üstelik ironik olan şu: Eğer çözüme millet destek vermiyorsa, bu istismar lafı da neyin nesi?

İnşallah bu süreç, hayırlarıyla birlikte, milletin büyük desteği ile yürüyecek. Bu ülkenin birliği ve dirliği akılla, siyasetle sağlanacak.

HABERE YORUM KAT
Haberlere yorum yapanlar genel kuralları kabul etmiş sayılırlar. Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler
Gündem